7 Haziran 2022 Salı

Adana'nın baharda sıktığı parfümü: Portakal Çiçeği


" Baharda portakal çiçekleri öyle bir kokarmış ki kokularından insan sarhoş olurmuş..."

Yaşar kemal, yılanı öldürseler



       


Türüne, rengine ve biçimine göre, her çiçek bize bir şeyler söyler; yahut biz zaman içinde onlara gönlümüzden geçen anlamları yüklemişizdir. sonra dönüp renklerinden, kıvrımlarından sızan anlamları okuruz. kokular ve koku hafızamızın götürdüğü yerler vardır ya hani. bazen bir koku alırsınız ve o kokuyu ilk aldığınız ortama ışınlanırsınız. kimi zaman çocukluğuna döndürür insanı kimi zaman da bilinçaltınıza atılmış en saçma sapan günlerinize. portakal çiçeği kokusu da her adanalının hafızasında hayatının en mutlu, en güzel günlerini hatırlatır. bu yüzden dünyanın neresinde olursan ol nisanda portakal çiçekleri açtığında Adana sokaklarında dolaşmak, resimli hafıza kütüphanesinde dolaşmak gibidir.

portakal çiçeği, ümit demektir meselâ, mucize demektir. çünkü bilir misiniz dalında meyvesiyle beraber kalan tek çiçek portakal çiçeğidir… zambağın sapı kırılmak için büyür. portakal çiçeği kurumak için açar. mart, nisan gelince adana haritasını suya batırsan, geride yalnızca bir portakal çiçeği kalır. dağlar, taşlar, yollar, caddeler, toprak bile burcu burcu portakal çiçeği kokar. portakal ağaçları çiçek açtığında yanından geçerken ayaklarınız yerden kesilir, sendelenir, adeta sarhoş olursunuz… hiçbir şehrin kendine has parfümü olur mu, adana’daysanız olur. anne kokusu, nergis kokusu ile beraber şişenip saklanacak nadir kokulardan biridir.

Atamızın, Sabiha Gökçen ile bir narenciye bahçesinde dolaşırken, “ben bu kokuyu bir bahar günü geçtiğim adana’dan hatırlıyorum. şimdi bahar olaydı keşke... bak bakalım buralar nasıl kokardı. belki ömrümüze ömür katardı” dediği kokudur. ruhunuzu arındırır, iyileştirir, üstünüzdeki bütün negatif enerjiyi alır. adanalı atarlı, sinirlidir ya hani,o kokuyu duyumsayınca pambık gibi olur, yüreği neşeyle, sevinçle dolar...

belki de sevdiceğe söylenebilecek en romantik sözlerden biridir aynı zamanda,
“ portakal çiçeğim “

“sen yürürdün caddeyi portakal çiçeği kokusu sarardı. şakayıkla süslenirdi yol kenarları. hani şarkıdaki gibi iklim değişir, Akdeniz olurdu, gülümserdik…


türkiye’nin ilk ve tek karnavalı olma özelliğini taşıyan Portakal Çiçeği Karnavalı 
bu yıl ramazan dolayısıyla 23 martta başlayacak ve 26 martta resmi açılış, kostümlü kortej, renkli etkinlikler ve Haluk Levent konseri gerçekleşecek. çok özlemiştik! adanalılar olarak bu bünye artık portakal çiçeği karnavalını istiyor, heyecanla gün sayıyor, hepinizi portakal çiçeği karnavalında festivaller şehri adanamıza bekliyoruz.

o halde bu kokulu entryi kendi ellerimle çektiğim portakal çiçeği klibiyle sonlandıralım.

“ Mavi yeşil Seyhan u nana!







" Deniz de portakal çiçeği gibi kokuyormuş. bu çukurova’da toprak bile portakal çiçeği kokarmış."

Yaşar Kemal- İnce memed 4.

14 Kasım 2016 Pazartesi

İnsan sevdiğine yarasını verir mi ?

İnsanın kalbini `acıtan`, adeta damarlarına işleyen bir `soru` cümlesi. ne zaman duysam, `garip` bir şekilde babam ve oğlum filminde geçen " `insan büyüyünce hayalleri küçülür mü` " serzenişini getirir aklıma. kimbilir, belkide bununla aynı `duygusal`lıkta, aynı içtenlikte bir `cümle` olduğu için böylesine bir duygusal çağrışım yakalıyorum. `vizontele` filminde duyduğumuz ilk anda tüylerimizi `diken` diken etmişti bu `sözcük`. ilk anda biraz uçuk gelse de gayet içten, `manidar` bir hareketti o gencin sevgilisine `yara`sını hediye etmesi. o an belkide bir çoğumuz bunca yıldır `sevdiğimiz`, değer verdiğimiz insanlara verdiğimiz armağanların ne kadar `yapmacık` ve sıradan olduğunu fark ettik. doğru ya, `hediye` denilen şey ısmarlanmış, sadece `göz` boyuyan, alengirli bir `eşya` olmamalıydı. ona `anlam` katan, iç titreten, armağan edilen kişinin baktıkça içinin `cız` edeceği bir hatıralar, yaşanmışlıklardı. tıpkı `ölü` şairlerin yitip giden `imge`lerinde soluk alıp veren `hüzün`ler gibi..

`sevgi` yaşanmışlık, karşılıklı paylaşımdır. bir `aşk`, kanayan bir yarayı beraberce, tüm iç burkucu `hissiyat`larıyla büyütmekti. bu yaşanmışlığın içerisinde `mutluluk` olduğu kadar acı da, hüzün de vardı. kaldı ki hep `gülümseten` tatlı detaylar mı hatırlanırdı ? işte o gençte `asker`e giderken sevgilisiyle ilk buluştuğu günün tatlı `anı`sı olarak düşüp `kanayan` dizinin kabuk bağlayan `yara`sını vermişti. o ilk günün kanayan acısı `sevgili`siyle beraber kabuk bağlamış, yaşanmışlıklarla beraber bir kenarda öylece anılmak için `sakl`ı kalmıştı. genç uzaktayken sevgilisi o yaraya bakarak içlenecek, bütün `mutsuz`luğunu o ilk günün acı ve tatlı `hatıra`larının arasına saklayacaktı. o `genç`, sevgilisine yarasını verirken, " `kim` istemez mutlu olmayı ama `mutsuz`luğa da var mısın " `:cemal süreya` demek istemişti belkide. `soru`nun cevabı belliydi aslında ama ilk anda böylesi `iç burkan` detaya şahit olmak `sevgili`yi ürpetmişti. sonra `dudak`larından insanın içine içine işleyen `o` sözcükler çıkıverdi;

`titrek` bir sesle..

`insan` sevdiğine `yara`sını verir mi ? verir tabi ya. mutluluğun, `heyecan`ın, umudun yanında `yara`sını da verir elbet. aşk sadece `mutluluk` değil, beraberinde bir çok acıya `göğüs` germek demektir. o yaranın içerisine sinmiş acıyı beraberce büyütüp, `yaşanmışlık`lar arasında tekrar filizlendirsin diye verir. zamanla o `yara` izleri hayata karışır, hüzünlü `hatıra`ları kanatır; ama geriye `saklı` kalan yaşanmışlıkların `kabuk`ları kalır; baktıkça o `acı`lara tutunulup, sevgilerinin kıymeti bilinsin diye. aşk, acıyla `beslenip` büyüyor, aşklar da `acı`laşıyor gitgide..


26 Haziran 2015 Cuma

Beklenen

Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı maç. Tribünsüz, minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece.. O kadar yakındılar..

Delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda.. Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maçı değil, o güzel kızı izlediğini.. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler.. Kız gülümsedi.. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda..
Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı.. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti.. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlıda yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.. Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü.. Kızda gidiş gelişleri fark etmişti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar..
"Anladım" der gibi bir gülümseyişti bu.. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü.. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım, o dünyalar şirini kızı görmek için.. Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu.. 
Dahası.. 

Ankara Koleji'nin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için.. Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı..

Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı.. Kız bu defa, iyice gülmüştü.. Karşısında, sözüm ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce.. 
Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı.. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi. Bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu.. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü.. Kaptan: "Tabii" dedi.. "Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.."
"Mutluluk işte bu olmalı" diye düşündü delikanlı.. "Mutluluk işte bu.." Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı.. Konser gününü de hiç ama hiç unutmadı..
O ne heyecandı öyle.. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar.. El sıkıştılar.. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı.. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu.. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken ki, o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya, o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde.. Ama uzatamıyordu işte elini.. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesine korkuyordu ki.. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi, uzandı.. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu.. Kızın omzuna değil.. Koltuğun üzerine.. Sonra kız arkaya yaslandı.. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu.. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu artık genç adamın.. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü.. 
Konserden çıkarken, kız, şakalaştı.. "Sizi her maçımızda görüyoruz. Alıştık nerdeyse.. Yarın Adana'da maçımız var.. Gözlerimiz sizi arayacak.."
Hayır, aramayacaktı..
Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı.. Gece yarısı kalkan otobüse bindi..

Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı.
Salona erkenden girdi, en ön sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu.. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç falan değildi sebep tabii.. İlk sette kız farkında bile değildi onun.. Nerden olsundu ki.. İkinci sette öbür tarafa gittiler.. Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı..Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardı sanki.. Ankara'nın hele Kolej'de çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu.. 
Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garajlara gitti. Tek kelime konuşmadan.. Konuşmaya gelmemişti ki.. 
Kız "Keşke orada olsaydın" demişti. O da olmuştu işte.. Hepsi o.. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında..
Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe..
Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki..
Bembeyaz bir karta yazdı o dört satırı.. Öğleden sonrayı zor etti, Kolejin önüne gitmek için.. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. "Bu sana" diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan, kız, dizeleri okurken.. 

"Ne hasta beklerdi sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!.."

Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde Kolej'in önündeydi gene.. Kız karşıdan geliyordu.. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı..Yaklaştığında işaret etti delikanlıya.. Gözlerine inanamadı genç adam.. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa.. Evet, çağırıyordu işte.. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken.. "Sana bir şeyler söylemek istiyorum" dedi kız.. O da heyecanlıydı, belli.. 
"Bak iyi dinle.. Dünkü satırlar için çok teşekkürler.. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondan da hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma.. Ve de şu anda, onu terk etmem için bir sebep yok."
"O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni" dedi delikanlı ikiletmeden.. Ayrıldı kızın yanından.. Bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan.. Bir daha onu hiç görmeden.. 
Yıllarca sonra Levent'in söyleyeceği şarkıdaki Sezen'in sözlerini o, o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı.. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanın sabahı, seytanın günahı beklediği gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hırsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Başka hiç kimseye bakmadan, başka hiç kimseyi bulmadan bekledi.
Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu.. İki dörtlüktü şiir aslında.. İlki kıza verdiği.. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar.. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı.. Cebine koydu..
Bekleyiş sürüyor, sürüyordu..
Okullar kapandı, açıldı.. Aylar, aylar geçti.. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü.. "Günlerdir seni arıyorum" dedi kız. "Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber.. Artık hayatımda hiç kimse yok!.."
"Yaa" dedi delikanlı.. "Yaa" dedi sadece.. 
Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı.. 
"Yaaa!.."
Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza.. "Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün" dedi.. "Bu da ikinci ve son dörtlüğü onun.."
Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan.. Kız dizelere bakarken..

"Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!.."

Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hâlâ düşünüyor.. 
O uzun, çok uzun bekleyiş aşkını öldürmüş müydü, acaba?.
Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini yaşatmak için mi, yaşayanı silmişti yani?.. Yokluğunda bulmak bu mu demek oluyordu?.. 
Ya da.. Ya da.. 
Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmişti, acaba? 
Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hâlâ bilmiyor.. 
Bilmediğini de en iyi ben biliyorum.. Çünkü, delikanlı..
..bendim!..

- Hıncal Uluç

21 Haziran 2015 Pazar

Ayrılık sonrası boşluk hissi

koskoca bir hiçlik, gitgide eksilen bir kalp, kalbinizden boğazınıza doğru yükselen derin bir sızı..

bir ayrılığın ilk günleridir henüz..
terastaki havlulugunuzun, muhlis, kimsesiz, bir hiç gibi soluk alıp verişliğinizin ilk günleridir... 
yüzünüzdeki dolaşan belirsiz, nereye ait olduğunu bilmeyen dalgınlığınızla
gözleriniz derin bir boşluğa takılı kalmıştır. 
dile dökülemeyenin tehnalığında, gündeliğin başı boş ayrıntılarından kaçırılan gözler 
bir film şeridi gibi o son sahneyi hatırlar durur. 
içinizi iyiden iyiye kemiren o derin boşluk, gitgide eksildiğinizi hissettirir.
hafızanızı sıfırlamak, hiçbir acının yaşanmadığı, parçalanmadıgınız bir dünyaya ait olmak istersiniz.
çocuklaşırsınız sonra. bütün parçalanmışlıklardan henüz haberi olmayan masum biri gibi olmaya çalışırsınız.
yapacağınız en iyi şey unutmaya çalışmak, bundan sonraki hayatınız için tertemiz bir sayfa açmaktır..

kırılmış bir şeyi onarır gibi her şeye derin bir hassasiyetle tekrar başlarsınız.
hayata körler gibi tutunup, dilsizler gibi boş boş bakarken
dört duvar arasına kapanarak kalbinizi tamir etmek istersiniz.
sizi oraya kilitleyen kuytuluğunuzun her şeyden soyutlayacağını zannedersiniz.
dışarıda hayat can çekişiyordur, bilirsiniz..
geceler boyu düşüncenizi yiyen o garip fısıldayış sizi rahat bırakmaz olur

..kendine gel mutlu değilsin

bir aşktan geriye kalan koca bir enkaz gibi yıkıntıları toplamaya çalışırsınız..
üzerinizden attığınız her yığın, biraz daha gömüldüğünüzü hissettirir.
gün ışığı gözükmüyor, feci bir ümitsizliğe kapılıyorsunuzdur.

bu derin boşluk içerisinde, sızınızı hafifletmek için alkole sığınırsınız sonra
acınızı dindirip, beyninizdeki hücreleri öldürerek
tüm yaşantıların silineceğini sanırsınız. 
olmadık şeylere güler, yüzünüzde beliren tebessümle yaşama dair sinyaller aldığınızın polyannacılığını oynarsınız.
günler, böylesi bir sıradanlık ve içine gömülme halinde geçiyor
siz o boşluğu doldurduğunuzu hissettiğiniz her anda aslında daha çok eksiliyorsunuzdur.
ta ki o boşluğa bir bakışın, bir dokunuşun bir yaşantının dokunacağı güne kadar..

bir sabah uyandığınızda yüzünüzde garip bir tebessüm belirir. 
azgın dalgalardan kurtulan bir gemicinin ertesi sabah kendini kıyıda bulması gibidir bu belirsiz tebessüm.
artık güçlü olduğunuzu, o boşluğun kapandığını, yaşamınıza kaldığı yerden devam etmeniz gerektiğini hissedersiniz. 
bugün bambaşka birgün olacak dersiniz kendi kendinize. her şeye yeniden başlamanın anı..
aynaya bakar, gülümsersiniz, toplarsınız dağınık eşyalarınızı.
selam verirsiniz bütün sevdiklerinize. onların gülüşüne tutunup güç bulmaya çalışırsınız. 
en sevdiğiniz kıfayetleriniz giyip, birbirine girmiş saç ve sakalınızı keser, güzelce tararsınız. 
artık yaşama dönmenin vakti gelmiştir. 

kalbinizde filizlenen bir ümit ışığı ile beraber dış dünyanın kapılarını açarsınız.
kendinizi uzun bir yolda kalabalığın içerisine atmak istersiniz sonra. 
biraz insan yüzü görmek iyi gelecektir belkide.
kapıyı açıp, yaşama dair sesler duyunca içiniz ferahlar önce. kalbiniz gün ışığıyla dolar.
adımlarınızı her an parçalarına ayrılacakmışcasına kırılgan bir insan gibi atarken,
kendini unutturan o ince sızı aniden tekabül eder. apar topar kendinizi kalabalık bir caddenin ortasına bulursunuz.
o an gözünüze perdeler iner. kalbinizdeki o derin boşluk boğazına doğru ilerlerken sendelenip düşecek olursunuz. 
kalabalıklar arasında koskoca bir yalnız olduğunuzu hissedersiniz.

bir ayrılığın yaralarını sarmak için her yolu denemiş
buna rağmen hale içinize gömüldüğünüz gerçeği kafanıza dank etmişse, siz bitmişsinizdir.
yangında kurtarılacak hiç bir şey kalmamıştır artık.
az sonra bir gerçeği daha fark ettiğiniz anda midenize, kalbinize, her yerinize sağ ve sol kroşeler inecektir. 

dışarıdaki herkes ona kesilmiştir..


Yüzük takan erkeklerin kıymete binmesi

bütün iyi erkeklerin parmağında yüzük olmasından kaynaklanan bir durumdur. ortada bir kıymetlenme bahsi varsa da, yüzük takan erkeğe karşı sevgilisinin gösterdiği kıymettir. diğer türlü, yabancı gülüşlerin gösterdiği kıymet, ne yüzük takan erkeği ne de bir başkasını ilgilendirir. zaten yüzük takan erkekte, o yüzüğün kutsallığını önemseyerek ilişkisine gerekli değeri gösterdiği takdirde, yüzüğü ithaf ettiği sevgilisinden başka hiçbir ilgiye değer göstermeyecektir.

yalnız buradaki " iyi erkek " kavramına dikkat etmek gerekiyor.

ne yazık ki bazı bayan güruhunun iyi hoş ölçütü; aman ne kadar karizma bir çocuk, ne kadar etkileyici gibi basit bir tutumdan öteye gidemiyor. onlar için hoşlanma sadece dış ölçütlerden ibaret olduğu için, bu yapmacık hoşlantıları kendilerinin üzülüp bozulmasıyla sonuçlanıyor, eksik düşüp parçalanıyorlar. sonrasında tekrar kendisinin en zor anlarında yanında olan dost olarak gördükleri erkeğin yanına gittiklerinde; omuzlarında ağlanılan bu şahıs, fark edileceği günü beklemeye koyuluyor ve bu bayanlar için sadece dosttan öteye gidemiyor. sen bana fazla iyisin, arkadaş olarak çok seviyorum deyip savuşturuyorlar. iyi yanlarıyla değerlendirilmeyip, sürekli gözünün üzerinde kaşın var gibi saçmasapan sebeplerden eksik bırakılıyorlar. derken bahsi geçen iyi erkek modelimiz, kendisi gibi iyi bir bayanla karşılaşınca, ilişkileri hiç bitmiyor. aşklarını yüzükle şereflendiriyorlar. erkeği sadece dış görünüşüyle nitelendirmeyip gerçek bir hissiyat arayan kadın bu anlamlı ilişkiden kendilerine yaşanabilir bir hayat bulurken, karizmatör gönüllüleriyse diğer bandrollerine erkeklerini kaptırıyorlar tabi. biz neden aşık olup sevilemiyoruz diyorlar akabinde.

yani anlayacağımız üzere; 

kimi bayanlar erkeği sırf karizmatör oldukları için sevmezler. kendisini yaralarından tanıyan, değer veren, ömür boyu taşıyabilecek sadakatte olan erkeğe gönül verirler. işte bu sevi gerçek ve anlamlı, yıllarca sürdürülebilen bir sevidir. bir çok aşk yığını arasında böyle bir sevgiyle karşılaşınca da, ilişki karşılıklı saygı ve anlayışla büyür, güven ve sadakatle de birleşince parmaklara sevgilerini saracak yüzük konuverecektir.

çünkü yüzük takılan erkek, sevgilinin en kıymetlisidir. erkek içinde uğruna yüzük takma hassasiyeti gösterdiği sevgilisinden başka göz kaptırılacak bir renk yoktur. bu etkileşimin dışında kala bayansa, zamanında burun kıvırdığı erkeğin elindeki yüzüğü görünce, hayıflanır, dövünür. iyi erkekler yüzükle taçlandırılıyor diyerek hiç hakları olmadıkları halde çemkirirler. 

oysa yıllar önce aynı erkek kendileri tarafından ellerinin tersiyle bir kenara itilmiştir..


Hatırladıkça iç burkan garibanlık anıları

hatırlandıkça " ulan ne rezil günlerdi amına koyim ya " denilen üniversite yılları..

yaşımız ergenlikten çıkmış tabi, baba parası da yiyemiyoruz. bir geceleri çalıştığım yerdeki kıytırık harçlık, bir de devletin verdiği 200 tl öğrenim kredisi var bizi geçindiren. her ayın 7si padişah da sensiz riche rich'de; amma gel gelelim bir gün sonra sindirella'nın forsluğu yalan oluyor tabi. ilk gün deli gibi parayı harcadığından; murattiler, hamburgerler havada uçuşurken diğer gün tek sigara mode on. neyse, bir de üzerine vize kaosu girmiş; fotokopi, kitap, yol parası derken maddi anlamda iyice dibe vurmuşuz. utanmasam beslenme çantası yapacağım nerdeyse. üniversiteye gitmeden önce allah ne verdiyse yiyorsun ama kanımız hızlı akıyor ya, ekşın bir hayat sürüyorsun, yediklerin buharlaşıp gidiyor mu nedir acıkıyorsun işte saatler geçtikçe. üstelik öğrenim kredisini almaya daha bir hafta var. 1 hafta üniversitede survivor hayatı yaşayacaksın, net.

ders o gün 1'de başlıyor, akşamın 8lerine kadar istatistik, iktisat, muhasebe derken, karnım mideme yapışmış. sonumun afrikadaki çocuklar gibi olacağından korkuyorum. bir an önce dersten çıkıp, midene bir gıdım da olsa bir şeyler girsin diye ilkokul 5'deki gibi 1 dakikadan geriye sayıyorum. cebimde 1 tl var, 1 tl amına koyim; açlık sınırındaki insanı fit yapan bir miktar öyle küçümsemeyin. hemen beyin kıvrımlarımı çalıştırıp, ders arasını fırsat bilerek, cepteki 1 lirayla en yakın şarkuterin yolunu tutup, bol küncülüsünden bir ekmek bir de ayran alıyorum. bu içler acısı duruma kimse şahit olmasın diye üniversitenin icra bir köşesine geçip, uzak doğu yamyamları gibi ekmeğin ayranın gözüne gözüne vuruyorum. ama nasıl mutluyum, nefes nefese kalarak lokmaları götüyorum. hem " ulan şimdi biri gelecek " tribi hem de 15 dklık ders arası sendromuyla aceleye bağlamışım. o açlıkla tabi, ekmek adeta kebap etkisi yaratmıştır. görsen, 7 yaşından beri yemek yemiyor dersin, ağlarsınız halime. derken olmadık bir anda sınıfın tiki arkadaşlarından bir kaçı ermiş gibi karşıdan belirerek geliyor, şaşkın bakışlarla yanıma doğru ilerliyorlar. sıçtın mavisine dönüyorum bir anda. ekmek boğazıma düğümlenmiş, ulan ne söylesem de garibanlığımı deşifre etmesem diye düşünürken, eleman; " damak zevkini sikeyim, o nasıl bir yemek rtüelidir kaynanatısını siktiğimin." diyor. yok ulan yok, adam nasıl bir beyin fırtınası yaşıyorsa asrın tepkisini veriyor;

" vay anasını, trabzon ekmeği ile ayran. herifin damak zevkine bakın ya. 
gerçi o da haklı, her gün her gün hamburger cola biz de bıktık mnskym.. * . " 

derken gelen bu şok sözlerle beraber " ver ulan biz de tadalım bakalım nasıl gidiyor " diye elimizdeki kuru ekmekten de olduk mu. " prestij filmindeki gibi kafamda elemanı sikeceğim kurguyu oluşturuyorum " karıyın amuga goyim, senin ananı avranı sikerim, burayı terk et " diyerek dalacağım ama ulan namus davası değil, karı kız davası değil, üniversitede ifşa oluruz şerefsizim. neyse tamam sakinim diyorum, yüzümde zoraki bir tebessüm, fosforu tükenmiş beynimde " ulan şimdi annem bu halimi görseydi ağlardı lan ağlardı " düşünceleriyle derse giriyorum. 

afedersiniz ama, sikmişim keynesi de gayrisafi milli hasılasını da, o günü nasıl atlatıp bu günlere geldim hala bilmiyorum.allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin stayla.


İlişkilerinde kaybetmeye mahkum kadınlar

Aşık olduğu erkeğe gereğinden fazla değer verip, önemseyen, en önemlisi, kalbinden gözlerine doğru inen kara bir perdeyle aşık olduğu erkeğin samimiyetsizliğini ve arızalığını göremeyen kadınlardır. çünkü onlar yüreğinde biriktirdiği derin hissiyatlarıyla karşı cinsi hep kendileri gibi masum ve çıkarsız bir aşk adamı olarak görür, bu uğurda ellerinden gelen her şeyi karşılık beklemeden verirler. oysa aşk iki kişilik, sonucunda iyi olanın kaybettiği karmaşık bir oyundur. kimi zaman ilişkide biri kötü olur ve diğerinin hamle yapmasını bekler. bahsini ettiğimiz yanlış ilişkide de kadının tutulduğu erkek, karşı cinsin tüm handikaplarını kendi lehine çevirecek, olmadık bir anda onu yüz üstu bırakarak tekrak tekrar kaybetmesine neden olacaktır.

o yüzden ilişkiye başlamadan önce kalbin duvarlarını bir süre aralayıp, çerçevenin dışından aşık olunan kişi iyice çözümsenmeli, " ulan ben bunun neyini seviyorum, yarın beni yarı yolda bırakır mı, şu an benimle olmasının bir çıkarı var mı, acaba o doğru erkek mi" gibi sorulara cevap bulunduktan sonra gayet huzurlu bir hissiyatla ilişkiye merhaba denilmelidir. içinizdeki soruların cevabını bulduysanız ne aladır. eğer kafanızda hala açığa kavuşmamış bir çok soru dolaşıyorsa, siz yanlış yerde yanlış kişiylesinizdir ve birgün mutlaka o erkek tarafından parçalananlar ülkesine ışınlanacaksınızdır. hazırlıklı olun.


biraz müzik lütfen